ANILAR 4
Zamanaşımına Uğrayan Sır
Geçmiş yıllarda dönemsel başkanlığını yürüttüğüm bir sivil toplum kuruluşu için rahmetli Özal’ın prensi olarak anılan , “ekonomi den sorumlu Devlet Bakanı Adnan Kahveci’yi konuşmacı olarak konuk etmiştim.
Haftanın bir günü önceden belirlenen bir mahalde rutin olarak gerçekleştirdiğimiz yemekli toplantılarda kurala göre; birlikte yenilen yemek sonrasında yirmi dakika konuk konuşmacıya , bir o kadar süre de katılanların görüş ve sorularına ayrılıyordu. İzmir’in iş insanları ve yüksek bürokratlarının yoğun ilgisini çeken toplantıda Yemek sonrası konuğumun kısa bir özgeçmişini yapmış ve konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet etmiştim. Ülkenin sorunlarını ve çözüm bağlamında görüş ve ekonomik programını anlatan konuğum, konuşmasının bir yerinde önümüzdeki dönem ihracat hedeflerinin üç milyar dolar olduğunu açıklayınca, katılanlar arasındaki dernek üyesi ünlü bir iş insanı olan ağabeyimize dillendirilen rakam öylesine büyük, öylesine erişilmez gelmiş olacak ki, davudi gür sesiyle, konuşmacı konuğun kimliği ve toplantı ritüellerini de tınmayarak ; “efendi, efendi sen ne diyorsun” biraz gerçekçi olalım. Üretemiyoruz ki, donumuzu mu satacağız” diye söylenince, konuğum ; genç yaşından beklenmeyecek bir olgunluk ve üslupla, soruya rakamlarla cevap vermişti , ışıklar içinde uyusun…
İhtilal sonrası , cuntanın tüm baskı , dayatma ve aba altından sopa gösteren telkinlerine karşın, 1983 ‘ te yapılan milletvekili genel seçimlerinde beklentileri alt üst ederek iktidara gelen Özal’ın; demokrasimizin aralıklarla kesintiye uğramasının kaynağında dış ödemeler dengesindeki olumsuzlukların yattığı yolundaki görüşleri, İlerleyen yıllarda döviz getiren alanlarda devlet teşviklerini gündeme taşıdı. Ancak, bu kez de , toplantıda sözünü esirgemeyen rahmetli ağabeyimizin sorusunda yer aldığı gibi, dış ülkelere gönderecek, satacak fazla bir değerimiz kalmadığından olsa gerek, “hayal” satarak, karşılığında döviz getirip, hazineden % 20’ lere ulaşan teşvikler alma devri başladı. Öylesine ki , daha önce sanayi, üretim ve ihracatın yanından geçmemiş bir yığın türediler bu sayede servetlerine servet katıp, bankalar satın aldılar, medya patronu oldular ve katıldılar soylular (?) saflarına. Yer kürede , halkı öncelemeyen her siyaset ve siyasetçi kısa sürede gibi onlar da kaybolup gittiler. Hani bizde bir deyiş vardır ya. Hadi ben tercümesini söyleyeyim. “Kaka ile yapılan çişle yıkılır.”
İşte, hayal satarak görüntüde artan ihracat potansiyeli, kaynağını katma değerli üretimden almadığından , devlet teşviki ile kolay para kazanmanın kaçınılmaz çekiciliği , kimi uyanık girişimciyi somut olarak bir mal ve hizmet ihraç etmeksizin, sahte üretim ve ihracat belgeleri düzenleyip, gerçekte bir şey göndermeyerek, göndermiş gibi göstererek elde edilen devasa boyutlardaki haksız kazançla , hazine zararının giderek katlanılmaz boyutlara ulaşmasından başkaca olumlu bir sonuç yaratmadı. Kimsenin günahını almak istemem ama devlet olanakları ile insanların gücüne güç katma yolu açılmışken; kimi dürüst kişi ve kurumların da bu kapıdan girmiş , sunulan pastadan pay almış olabileceklerini düşündüğümü ifade etmeliyim.
Mal sevkiyatının hiç yapılmadığı , ya da belgelerdeki malın yerine ekonomik olarak değeri olmayan çer çöpün gönderilmesi şeklinde kurgulanan döngüde , olmayan ihracatın bedellerinin de aynı paranın ülkeler arası alıcı ve satıcılar arasında dolaşıma girmesine yol açtı.Karşı taraftaki ithalatçı alıcı firma da genellikle ihracatçı firma ile organik bağı bulunan, ülke içerisindeki ihracatçı kişi yada kuruluşların adamlarından oluşuyordu. Bu döngü nereye kadar sürecekti. Beklenildiği gibi sistem tıkandı. İyi niyetlerle çıkılan yolda, çıkarın büyüklüğü ve denetimsizlik birleşince sonuç kaçınılmaz oldu.
Bu kez, 1986-1987 yıllarında ülkenin önemli kent ve limanlarından dış ülkelere yapılmış gibi gösterilerek, milyonlarca dolar teşvik alan insan ve kuruluşlar takibe alınarak, ilgilileri haklarında ardı sıra ceza davaları açılmaya başladı. Dış ticaret terminolojisi yeni bir kavram daha kazanmıştı. “Hayali ihracat”. Hoş, daha işin başlarında başbakan yardımcısı ve Maliye Bakanlığı görevlerinde bulunan Kaya Erdem gümrüklere gönderdiği yazıda; ihracatta denetimlerin üstün körü, fazla kurcalamadan daha çok beyana itibar edilerek zorluk çıkarılmamasını tebliğ etmişti ama gelinen noktada deniz tükenmiş, kara görünmüştü.
Birbiri peşi sıra patlayan hayali ihracat davaları, birkaç yıl sonra tarihsel misyonlarını tamamlayıp kapatılarak faaliyetlerine son verilecek DGM. (Devlet Güvenlik Mahkemelerinde görülmeye başladı.
Konusu hayali ihracat olan bir çok ünlü ünsüz insanın bu dönemde avukatlığını yaptım. Bir önceki karalamalarımda Hocam; Ord. Prof. Dr. Şahir Erman’la olan bir anımı aktarmaya çalıştığımdan, devamında da anımın tamamlanarak bir anlam kazanması amacı ile, birlikte yürüttüğümüz konusu Hayali ihracat olan bir davadaki müşterek çalışmamızdan söz edeyim istedim.
Hocam , Ceza hukukçu olarak derinliği ve bilge kişiliği yanında özelde, dış ticaret, ihracat, ithalat kaçakçılığı suçları ile ilgili bir otorite, uygulamacıların başvurduklarını kaynak eserleri olan tanıdığım tek bilim insanıdır. O sıralar, şimdilerde restore edilerek korumaya alınan tarihi bir yapıda İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi görev yapıyor. Sıcak bir yaz günü öğleden sonra Ülkenin en önemli finans kuruluşlarından birisinin dış ticaret şirketinin genel müdürü konumundaki bir şahsiyet, birkaç yardımcısı bürokrat ile gümrük görevlilerinin birlikte yargılandıkları, bir hayali ihracat davasında Hoca ile birlikte aynı kişinin avukatlığını üstlendik. Önceki yazımda anlattığım Hoca ile ilk karşılaşmadan yaklaşık beş altı yıl sonra , savunma yerinde yanında durabilme umudumun gerçekleşmesinin onur ve mutluluğunu yaşıyordum. Hayali ihracat kaçakçılığı ile suçlanan genel müdürün davasının bir duruşmasında, savunma yerinde Hocam ile yan yana oturmuş duruşmayı takip ederken tanık mahallinde bir gümrük görevlisi ifade veriyordu. Bu tanık ifadesinin bir yerinde ihraca konu edilen malın sevkiyatının konteynerla yapılmış gibi gösterildiğini söyleyince, tanığın sözünü kesen Mahkeme Başkanının; “konteyner” ne demek “ sorusu üzerine, tanık bu kez tanıklıktan koparak Başkanın sorusunu yanıtlamaya girişmiş, içerisinde bulunduğumuz duruşmanın yapıldığı mahkeme salonunu göstererek, “böyle bir demir kutu düşünün” deyince, Başkanın “vayyyy!! Bir de demir kutulara mı koyup kaçırıyorlar” şeklindeki Arşimet’i ansıtan sözleri üzerine, Hocamın yanında haddimi aşıp, birden ayağa kalkıp yüksek sesle; “Pes be! Sayın Başkan” , diye başlayan tiradımı sunuyordum. Bu sırada Hocam cübbemin arkasından çekerek oturtmaya çalışmış ise de, ben duymadan devam ettim. Sözlerime; “Sn. Başkan her gün, Mahkemenize gelirken günde iki kez sabah akşam, gümrük teşkilatının bulunduğu Limanın önünden geçiyorsunuz Bir gün şoförünüze talimat verip, içeriye girip de kendinizi tanıttığınızda, inanıyorum ki konuştuğunuz amir, müdür siz kahvenizi yudumlarken bu işlemin nasıl yürüdüğünü anlatır size. Ama şimdi siz uyuşmazlığın alfabesinde yer alan bir harfin anlamını sorarak, bizim adalete olan güven ve inancımızı kırdınız “ deyip, oturdum yerime.
Hocam kısık sesle ne yapıyorsun, sen diyerek azarlar göründü ise de, sonradan davranışımı olumlayarak, aferin almıştım.
Yargılamanın sonunda ülke genelinde değişen siyasetin dayattığı ya da masumane anlatım ile telkin ettiği yaygın uygulama paralelinde bizim müvekkilimize dokuz yıl iki ay gibi önemli bir ağır hapis cezası verildi.
Müvekkilimiz tutuksuz yargılandığından bir şekilde yurt dışına çıktı, ortam ve anlayış değiştiğinde de birkaç yıl sonra dönüş yaptığını duydum. kararı temyiz ettik.
Duruşma istekli temyiz dilekçesini kendisi yazdı. Nezaketle altına benimde ismimi açtığından imzasının yanına onurla imzamı koydum. Dosya Yargıtay’daki iş bölümü nedeniyle 7. Ceza Dairesinde görülecekti. Beş altı ay gibi bir süre sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın tebliğname içeriğini öğrendim. Başsavcılık, Hocanın dilekçesini tekrar ederek, sanığın hayali ihracat suçundan beraatını ve elli bin lira gibi bir para cezası ile cezalandırılmasını talep ediyordu. O dönemde Savcılığın tebliğnamesine karşı cevap hakkı henüz tanınmadığından, içeriğini el altından öğrenmiştim.
Duruşma gününü bildiren Daire yazısı geldi. Adli Tatil içerisindeki bir gün bizi duruşmaya çağırıyorlardı. Kaçakçılık suçları özel yasadan kaynaklı, özellikli suçlardan olması nedeniyle, yıllardır bu suçlara Yargıtay 7.Ceza Dairesinde görev yapan uzmanlaşmış, deneyimleri olan yüksek yargıçların oluşturduğu kurul tarafından incelenip, değerlendiriliyordu. Duruşmanın adli tatil içerisinde yapılması , dosyanın sahibi 7. Daire ile organik bağı bulunmayan, farklı farklı davalara bakan yargıçlar kurulu ( nöbetçi heyet) tarafından değerlendirilip, karar verilmesi anlamına geliyordu. Hocam bu durumu olumsuzluk olarak nitelendirdiğinden ve Savcılık görüşünün de savunmadan yana olduğu düşünülür ise, bir oldu bitti ile karşılaşmamak adına bu duruşmayı ertelemenin bir yolu konusunda ne düşündüğümü sordu. Sonuçta ikimiz de ayrı ayrı temin ettiğimiz sağlık raporlarını ilişik tutarak , olumsuz sağlık koşullarımızı gerekçe gösterip, duruşmanın ileri bir tarihe ertelenmesi istekli dilekçelerimizi gönderdik.. Mazeret bildirimlerimizin ulaştığı bilgisini almış olmamıza karşın, bir yandan da; ya talebimiz kabul görmezse , müvekkillere ne söyleriz, diye düşünmeden kendimizi alamıyorduk. Duruşmaya katılmasak da gelişmeleri yerinde izleyelim kararını alarak ben İzmir’den, Hoca da İstanbul’dan Ankara’ da buluştuk. Duruşma gününün sabahında, sözleştiğimiz gibi Yargıtay’ın karşısındaki Büyük Ankara Otelinin lobisindeki karşılaşmada hocanın ; “ben burada, lobide seni beklerim. Beni tanırlar. Sen git ve görüntü vermemeye çalışarak takip et “ talimatı üzerine yürüyüş mesafesindeki Mahkemenin yolunu tuttum. Duruşma , 7. Ceza Dairesinin salonunda değil, nöbetçi olan 1. Ceza Dairesinin salonunda görülecek idi. Duruşma salonunun hemen bitişiğindeki Mahkeme kaleminin önünde , olabildiğince kamuflaja girerek beklemeye başlamıştım ki, arkamdan bir elin omuzuma dokunması ile dönüm baktığımda , İzmir’de görevde bulunduğu dönemlerde seviyeli bir dostluk ilişkisi içerisine girdiğim, eşimin annesi tarafından da akrabam olan SK.’nun ; “ Hoş geldin. Hadi ne duruyorsun. Ben nöbetçi başkanım. Gir içeriye “ şeklindeki “ sözleri üzerine kısık sesle; “ biz mazeret gönderdik , girmeyeceğiz “ diye yanıtımı alınca, önce bir durakladı ve sonra da ; “ odama git . Odacıya açtır. Bekle . Geleceğim.” Deyince bulunduğum yerden ayrılarak, bir üst kattaki odasına gittim. Daha önceleri de , zaman zaman Ankara’ya gittiğimde ziyaretine gittiğimden beni tanıyan odacısına kapıyı açtırarak beklemeye başladım. Mazeretli bir duruşma olduğundan kısa sürmüş ve SK dönmüştü. Hal hatır sormadan konuya girerek; “ neden girmediniz. Biz dosyayı okuyup, müzakere etmiştik. Tebliğnamedeki gibi karar verilecekti” şeklindeki sözlerini duyunca bayılır gibi oldum. Tıkandım. Konuşamadım. Ben gidiyorum , hoşça kal. diyerek ayrılacaktım ki, öğle yemeğinde birlikte olalım teklifine bu kez; “Hoca’mın da otelde olduğunu ve beni beklediğini söyleyerek, bir başka sefere” deyip, lobide benden haber bekleyen Hocama koşarcasına ulaştım. Hoca, bakışlarını üzerime yöneltmiş, “konuş” dercesine sessiz, öylesine duruyordu.” Yandık” diyebildim. Karşısına oturup, soluklandıktan sonra olan biteni anlattım. Garsona benim için bir kahve siparişi verdikten sonra tedirgin olmuş, etrafa bakınarak bana karşı; “ bak evlat. Biz hassasiyet göstererek, müvekkilimizi de bilgilendirip, doğru olanı yaptık. Böyle olacağını bilemezdik. Ama gelişmeleri bu şekilde bilirlerse asıl o zaman yanarız. Yaşatmazlar bizi. O bakımdan bu aramızda bir sır olarak kalsın. Bakarsın davanın sahibi olan asıl Dairesi de böyle karar verir. Sen bir şekilde Sn. Yargıçtan da başkaları ile paylaşmamasını rica edebilirsen iyi olur. ” diyerek , nasihatlerde bulundu. Bir taksi ile hava alanına giderek, dönüşe geçtik. Mazeretlerimiz kabul görmüştü. Tayin edilen adli tatil dışındaki bir günde yeni duruşmaya katılarak savunmalarımızı verdik. Karar; Daire Başkanının muhalefeti ve oy çokluğu ile cezaların onanması olarak çıkmıştı. Sırrımız bu satırları kağıda döküldüğü güne değin devam etti. Hocam ve sonradan tüm ülkenin tanıyarak, saygı duyduğu, büyük hukukçu, aydın, demokrat ve Atatürk devrimcisi onursal başkan vakitleri geldiğinden vedalaştılar yaşamla. Işıklar içerisinde uyusunlar. Yaktıkları ateş ,ilkelerimiz olacak ve gelecek kuşakların yollarını aydınlatacaktır. Özer KIRCA