KONTEYNER

 

12 Eylül Darbesi sonrası 1983 genel seçimleri ile Özal’ın kurucusu ve genel başkanı olduğu ANAP ( Anavatan Partisi) iktidara  geldi. Ülkenin yaşadığı  ekonomik ve sosyal problemlerin kaynağında dövize bağlı dış ödemeler dengesindeki bozukluğa bağlayan iktidar, bu temel sorunu aşmak amacıyla bir dizi ekonomi politikalarını yaşama geçirmeye başladı. Bu bağlamda , turizm. İhracat gibi döviz  kazandırıcı işlemleri  teşvik etmeye  başladı. Turizm yatırımcılarına devlet arazileri tahsisleri, uzun vadeli yatırım ve işletme kredileri   sağlanırken, ,ihracat alanında da bir çok  üründe %20 lere varan teşvik primleri uygulamaya konuldu. Teşvik primlerinin yüksekliğinin cazibesine kapılan kimileri  ülkedeki ihraca konu mamul ve yarı mamul  ürünlerin yetersizliği ve rekabet şansının düşüklüğüne karşın  sunulan bu ikramı reddetmek yerine , yasa dışı yollara yönelmelerine   yol açtı. Bir anda  “ hayali ihracat  “ olarak anılan , gerçekte yapılmadığı halde belgelerde yapılan sahteciliklereler ve buna bağlı sahte gümrük işlemleri ile hazineden haksız kazanç yolu açılmıştı. İşler planlandığı  gibi gitmiyordu. Gerçekte mal ve hizmet ihraç edilmediği halde , gitmiş gibi gösteriliyor, aynı para da ihracat bedeli olarak gelip gidiyordu. Döviz rezervlerinin artırılmasını amaçlayan politikalar geri tepmiş, aksine olmayan kaynaklar erimeye  başlamıştı. Başlangıçta , hukuki ve fiili önlemlerin alınmaması sonucu özellikle liman kentlerinde yoğunlaşan hayali ihracat davaları böylelikle bir döneme damgasını vurdu.

Getirisi o denli büyüktü ki bankalarda dış ticaret şirketleri kurarak sektörde hızla vaziyet aldılar.

1986-87 yılları idi.  Ülkenin önde gelen kredi kuruluşunun  bu amaçla kurulmuş dış ticaret şirketinin ünlü genel müdürü hayali ihracat suçunun sanığı olarak   Devlet Güvenlik Mahkemesinde  (DGM) yargılanıyordu. Müdafilik görevini hocam  Ord. Prof. Dr. S:E. İle birlikte üstlenmiştik. İzmir’de sıcak bir yaz günü. Restore edilen koruma altındaki tarihi binada  (DGM)  duruşmadayız. Bir gümrük amiri tanık sıfatıyla dinleniyor. Büyük bir sessizlik   hakim. İfadesinin bir   yerinde ihraca konu mallarla ilgili olarak; “ konteyner” içindeydi deyince, Başkan tanığa “ konteyner nedir?” diye sormuş, ne cevap vereceğini düşünen tanık bir süre duraksadıktan sonra  içerisinde bulunduğumuz mahkeme salonunu göstererek  , “ bu salon büyüklüğünde bir demir kutu “ yanıtını verince birden başkandan ; “ vayyy bir de demir kutularda mı” sözlerini duyunca kendimi tutamayarak ayağa kalkıp; “ pesss sayın başkanım .Konteynerin  ne olduğunu bilmeyeceksiniz ama, ihracat sorunlarını çözeceksiniz. “ demiş, oturmam için cübbemin eteğinden çeken hocamı da duymazdan gelip devamla; “her gün sabah akşam buraya gelirken Gümrük İdaresinin önünden geçiyorsunuz. Bir gün de içeriye girip kendinizi bir yetkiliye tanıtıp; “ bu ,işler  nasıl oluyor “ diye sorsanız, inanıyorum ki gerekli saygı gösteren yetkililer kısa yoldan süreci size anlatacaklardır.” Deyip oturduğumda ,” ne yapacağımı ben bilirim” diyerek duruşmaya devam  ettti. Sonuç mu? Hikâyedeki gibi, benzer biçimde ilerleyen sürecin sonunda, Hocamın  bir akademik tez kıvamındaki  savunması da göz ardı edilerek ,12 sene hapis cezası verilerek  zamanın ruhuna uygun bir kararla sonuçlandı dava. Kararı temyiz ettik. Yargıtay süreci de en az bu   kadar düşündürücü ve dramatik bir sonla kapandı.

 Temyiz itirazlarımız savunmanın bir tekrarı niteliğinde idi. Duruşma  istemiştik.  Ceza Usul Yasası gereği o sıralar yargıtay başsavcılığının tebliğnamesi taraflara tebliğ edilmiyordu. Biz bir şekilde içeriğini öğrenmiştik. Yargıtay savcılığı  da dilekçemiz paralelinde görüş bildirerek  kararın bozulmasını istiyordu. Kimse ile paylaşmamıştık.  Birkaç ay sonra da  duruşma gününü bildirir tebligat  aldık. Yaklaşan adli tatil içerisinde duruşmaya çağırılıyorduk.  İş bölümü gereği bir anlamda uzmanlık kazanmış 7. Ceza Dairesi yerine, nöbetçi  dairede görülecekti dava. Tebliğnamenin de lehimize olması görece  umutlandırsa da , uzmanlık isteyen bir konuya nöbetçi dairenin bakması endişeye kapılmamıza yol açtı. Duruşmayı birkaç ay  sonrasına erteletebilirsek  dosyamız  gerçek sahibince ele alınabilecekti. Karar verdik .  Müvekkilin bilgi ve oluru ile sağlık nedenlerine bağlı  mazeret dilekçelerimizi  gönderdik.  Yetinmedik, ben İzmir’den Hoca İstanbul’dan duruşma günü Ankara’da buluşmak üzere yola çıktık.    Hoca Yargıtay’ın hemen karşısındaki ünlü bir otelin lobisinde kaldı. Bense gelişmeleri takip etmek üzere duruşmanın görüleceği  nöbetçi dairenin yakınlarında kendimi olabildiğince kamufle ederek sonucu beklemeye koyulmuştum k,i sırtıma dokunan bir el ve “ hadi girmiyor musun?” şeklinde  bir sese döndüğümde,  İzmir’den tanışım ve eşim tarafından akrabam olan yüksek yargıçla karşılaştım. Şimdilerde kaybettiğimiz bu  şahsiyet sonraları yüksek yargıyı temsil düzeyine erişecek ve ülkenin sosyal ve siyasi sorunlarına yaklaşımları nedeniyle de haklı bir saygınlık ve üne kavuşacaktı. Kendisine  , mazeret verdiğimizi ve duruşmaya katılamayacağımızı bildirdiğimde  biraz canı sıkılmış biçimde,  “ o zaman git benim odamda bekle. Ben geleceğim”  diyerek salona girdi. Sonrada öğrendiğime göre nöbetçi heyete başkanlık yapmıştı. Odacısına kapıyı açtırarak beklemeye başladım. Bir süre sonra  döndüğünde durumu ve düşüncemizi anlattım. Hocanın da otelde beni beklediğini söyledim. Ağabey diye hitap ettiğim rahmetli bana;  “ biz dosyayı incelemiştik. Savunma ve tebliğname savcısı gibi düşünüyorduk” deyince  dilim tutuldu. Üzülme dairesi de inşallah bizim gibi yaklaşır diyerek teselli etmeye çalışsa da , yemek  teklifini duymazdan gelerek hızla ayrılarak nefes nefese beni bekleyen hocaya ulaştığımda dilim damağım tutulmuştu. Bir bardak sudan sonra olan biteni anlattım. Hoca, “ hiç değilse  erteleme talebimiz kabul edilmiş. Ankara  gelip gitmediğimiz yer değil, bir kez daha geliriz. Ben Dairesinin de bizim  gibi düşüneceğine inanıyorum Sıkma canını”  diyerek beni teselliye çalışsa da, belli ki o da çok üzülmüştü. Fazla kalmadan  dönüş için havaalanına hareket ettik. O’ nun uçağı   daha önce havalandı.  Ayrılırken ¸“ bu gelişmeden kimseye söz etme, bunu müvekkil tarafına anlatamazsın , aramızda sır kalsın”.  Şeklindeki sözlerini hep sır olarak sakladım . Kimseyle boşboğazlık yapıp paylaşmadım. Ama, sırrın da bir zaman aşımı olmalıydı. Geçen süre fazlası ile yeterliydi. Anılarımı yazmaya karar verdiğimde düşüme düştü ve genç kuşaklara kıssadan hisse diyerek  aktardım. ÖK.

 

 

Kırca Hukuk Bürosu
Tüm Hakları Saklıdır ©